Peer Gynt
Ibsen’in diğer dramları, yaşadığı zamanın gelenek ve anlayışına göre kurulmuş, o zamanın mantığına uygun ve belli bir amaca yönetilmiş olmasına karşılık, “Peer Gynt” söylencelerin çekiciliği üzerine kurulu şiirsel bir yapıt. Yazar bu yapıtıyla Norveçliler’in efsane ile dolu olan ruhlarında düşle gerçeğin nasıl içiçe geçtiklerini göstermek istemiştir.Oyun, dikkate değer bir cümle ile, “Yalan söylüyorsun Peer” cümlesiyle başlıyor. Bu ilk cümle onu çok iyi tanıyan biri –Annesi Aase- tarafından söyleniyor. Ama biraz sonra görüyoruz ki Peer’in yalanları hiç de zararlı yalanlar değil. İmgelem gücü öylesine güçlü ki fantezi dünyasının içinde yitiveriyor.Yarı deli bir annenin, kendini içkiye veren bir babanın oğlu Peer. Yalancı hırçın, kavgacı. Zengin bir köylü kızı olan Ingrid’i düğün günü kaçırıveriyor, sonra da pişman oluyor.Biricik sevgilisi Solveig için de vicdan azabı duyuyor. İngrid’in ailesi tarafından takip edildiğini anlayınca da dağlara sığınıyor, bunalımı sırasında kendini avutmak için en bayağı zevklerin tutsağı oluyor.
Gerçekci başlayan oyun, bizleri Peer’in iç dünyasına doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Böylece oyun ilerledikce cin ve perilerle dolu bir dünyanın içine giriyoruz. Kral olmak tutkusuyla cinler kralının kızıyla evlenmeye razı oluyor Peer. Vermesi gereken ödün
insanlıktan uzaklaşması ve cinlerin yaşayış ve düşünüş tarzlarını benimsemesi.
İnsanlıktan çıkma koşulu Peer’in aklını başına getiriyor, benliğinden ayrılmanın acısını duyuyor. Ama bu acı, gerçekleri görüp de korkularını yenmesini sağlayamıyor. Solveig’in tertemiz ve lekesiz aşkı da onu kurtaramıyor. Hayalinde büyüttüğü günahların acısıyla çirkin Dovre prensesi ve onunla kurduğu yakınlıktan doğan oğlu, Peer’i sevgilisinden gene uzaklaştırıyor, ve ölüm döşeğindeki annesine götürüyor.Annesinin ölümünü de alışılmış olan uydurma öyküleriyle tatlılaştırdıktan sonra, kendini çeken yaşama çılgınca atılıyor. Böylece tam bir serseri oluyor.Olaylar hızla birbirini izliyor.Çölde bir imparatorluk hayal ederek bedevi kızları tarafından tapılan bir peygamber rolü oynuyor. Sonunda Anitra’nın çabasıyla bu hayale de veda ediyor. Bunu Solveig’in zayıf bir hayali izliyor, ama bu da hemen yitiveriyor. Sonunda kendini tarihe ve eski yapıtlara adıyor, fakat ne Memnon’un heykeli, ne de Sphinx’in muamması ona hiç bir şey söylemiyor. Ancak Kahire akıl hastanesinde gördüğü korkunç sahneler ona yaşamın sırrını öğretiyor…Kendi çılgınlığının nedenlerini keşfediyor, kendini buluyor.Yaşlı Peer vatanına dönerken sahile yakın bir yerde gemisi batıyor. Kendisi kurtuluyor ve son kalan bir kaç parça eşyası satıldığı sırada yetişip geliyor. Kendi yurdunda bir yabancı olarak yaşarken, halkın onunla ilgili görüşlerinin ne kadar ağır olduğunu anlıyor. Yalnızlığa gömülerek yitip giden yaşamını tekrar yaşamaya başlıyor. Ama vicdan azabı ona bir türlü rahat ve huzur vermiyor. Yaşamındaki kimi kişi: “Hep istediğini yaptın, ama yaşamın anlamını bir türlü kavrayamadın ve hiç bir zaman kendin olamadın” diye suçluyorlar. Sonunda hatırlanmaya değer tek kişi Solveig kalıyor.Saf ve sadık sevgilinin, yıllarca sevgilisinin yolunu bekleye bekleye saçları ağaran, gözlerinin ışığı kaçan Solveig’in her şeyi anlayan ve bağışlayan sevecen ve merhametli kalbi üzerine başını koyarak onun tatlı sesiyle son uykusuna dalıyor.
“Peer Gynt” hayali bir tip değildir, yaşamıştır. XVIII inci yüzyıl başlarında doğan gerçek Peer’in annesi Marit Halvorsdatter, Ole Pedersen adlı birisi ile evlenmiştir. Hal ve vakitleri yerinde olan bu aile kasaba halkı tarafından sevilirdi. Ole Pedersen ölmüş, Marit Haldorsvatter, İbsen’in Aase’si gibi dul kalmıştır. Oğulları Peer 1768 de çiftliğin idaresini eline almış, fakat hiç bir zaman iyi bir çiftçi olamamıştı. İbsen’in Peer’i gibi kendini bütünüyle ava vermiş ve kafasını cin ve peri masalları icat etmekle yormuştu. Haagaa’lı Peer kasaba yöresi arasında büyük bir şöhretti. İnsanlarla cinlerin, perilerin veya başka yaratıkların öykülerini anlatırdı. Olağanüstü bir öykücü olduğu için hemşerileri ona asalet ünvanı olan Gynt ismini vermişlerdi.
İbsen’in Haagaa’ya kadar gelip Peer’in yaşamını incelediği söyleniyor. Hegel’e yazdığı bir mektupta “Peer Gynt hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek için sabırsızlanıyorum. Oyunumun nasıl bir etki uyandıracağını merakla bekliyorum, fakat kaygı duymuyorum. Bu yapıtı uzun uzadıya düşünerek yazdım. Çok umutluyum. Peer Gynt’ün gerçekten yaşamış olduğunu söylemem belki sizi ilgilendirir. Geçen yüzyılın sonunda ve yüzyılımızın başlangıcında Gudbransdal’de yaşamıştır. Ora halkı bu adı çok iyi bilir” demiş olması bu
bunu kanıtlıyor.
Peer Gynt, her dile çevrilmiş bir yapıt. Yapıt şiir diliyle yazılmıştır. Almancaya manzum olarak yapılmış çeşitli çevirileri vardır. Fransızcaya çevirinde düz yazıya dönüşmüş, sadece bazı yerleri şiir olarak bırakılmıştır.Ben bu yapıtı, iki Almanca ve bir Fransızca çevirileri aynı zamanda izleyerek yapmaya çalıştım. Bu yapıt, Almanca’ya ve Fransızca’ya en tanınmış yazarlar tarafından çevrilmiş olmasına karşın, çeşitli çeviriler arasında arasında çok temel ayrılıklar gördüm. Bu nedenle yalnızca tek bir çeviriye bağlı kalmadım.Elden geldiği kadar aslına yaklaşılmış olmak için hepsinden yararlanmayı tercih ettim. Bâzı müzikli parçaları Fransızca çevirisinde olduğu gibi gibi manzum olarak çevirmeye çalıştım. Bu manzum parçalarda besteye uymak ve aslına olabildiğince sadık kalmak kaygısıyla bazan vezin, kafiye ve ahenk kurallarından ayrılmam gerekti.. Bunları hoşgöreceğinizi umarım.
Peer Gynt’de ilk bakışta göze çarpan dağınıklık, yazarın bilinçli bir seçimi. Yapıtın sahnelenmesindeki temel güçlük de buradan kaynaklanıyor. Oyun bütünü oynanamayacak kadar uzun. Diğer yandan çıkarılması gereken bölümlerin oyunun bütününü bozmaması gerekiyor.İşte bunun içindir ki böyle bir yapıtı sahneye koymanın büyük bir başarı olduğunu düşünüyorum.
Seniha Bedri Göknil
_____________________________________________________________________________
Bugünün Gözüyle Peer Gynt ve Brand
Yalan/gerçek ilişkisi ya da ‘ben’e uzun yolculuk
„Brand“ ve „Peer Gynt“ Ibsen“in ilk oyunları. Ama her iki oyunda da daha sonraki yıllarda yazacağı yapıtlarındaki çok temel bir sorun yalan/ gerçek ilişkisi gündeme geliyor.
Soyut bir idealizmle dini yaşamında odak noktası yapan ve dinsel ilkelere göre ya hep ya hiç’ anlayışıyla yaşamını sürdüren Brand sonunda her şeyini yitirerek dibe vurur. Bütün yaşamı koca bir başarısızlık örneğidir. Düş dünyasında yaşayan Peer Gynt’in serüven dolu renkli yaşamı ise kayıplar ve başarısızlıklar dizisinden oluşur. Brand’ın buzlu sarp dağların arasında inzivaya çekilmiş yaşamı ile Peer’in tüm dünyayı karış karış gezip dolaşan serüven dolu yaşamı arasında büyük bir ayırım yoktur aslında. Her ikisi de yalnızca hayallerinde yaşayarak kendilerini kandırırlar. Bu açıdan yaşamları koca bir aldatmacadan başka bir şey değil.
Brand ve Peer Gynt’i birleştiren kendilerini sıkan, boğucu burjuva dünyasına başkaldırıları. Her ikisinin de aradıkları kendileri. İnsan nasıl tüm kısıtlamaların ve sınırlandırmaların ötesinde kendini gerçekleştirebilir sorusu yaşamlarının temelini oluşturur.
Ne var ki kendi benliklerine doğru çıktıkları bu uzun ve çetrefeli yolculuk yalnız bir yolculuk. Alabildiğine yalnızdırlar, çünkü her tür insancıl ilişkiyi sevgiyi, aşkı bir bir kısıtlama olarak yaşarlar. Brand tanrı adına doğru bildiği yolda adım adım ilerlerken en sevdiği insanları karısını, çocuğunu yitirmeyi göze alır. Dahası onların ölümünden o’dur sorumlu olan. Peer ise ancak ölüm döşeğinde sevgilisine ulaşabilir. Öte yandan her ikisi de yolun sonunda kendi ben’liklerini bulamazlar. Çünkü Brand için kendi benliğini arama, aynı zamanda kendini Tanrı yolunda feda edip yok etme anlamına gelir. Peer ise yolun sonunda, aradığı ‘ben’in hiç olmadığının bilincine varacaktır, yalanlarla sarmalı dünyasında « ben » diye bir şey kalmamıştır, boş düşlerle dolu anlamsız yaşamının sonunda kendi özünü yitirmiş çünkü.
İktidar ve güç dünyası
Brand ve Peer’i buluşturan ortak bir nokta da her ikisinin de iktidar ve güç peşinde olmaları. Brand ya hep ya hiç ilkesiyle din ve inanç yolunda hiç ödün vermeden doğru bildiği yolda ilerlerken, Peer ‘kendi olma’ adına yalnızca çıkarcılığı ve üç kağıtcılığı geçerli görür. Brand için iktidar ve güç aracı din, Peer içinse para. Bu açıdan her ikisi de tarihin tozlu sayfalarından çıkıp bugüne değin gelebilmişler. Şaşırtıcı derecede günceller.
Bugünün açısından baktığımızda, Peer’i çıkarcılığın ve paranın en tek önemli değer olduğu modern kapitalist dünyanın, Brand’ı ise tersine bu dünyaya karşı çıkan bağnaz bir tutuculuğun ve köktendinciliğin simgesi olarak görebiliriz.. Brand acımasızlığı ve yok edici gücüyle İslamcı teröristlere, Peer kendini dev aynasında görmesiyle ve üç kağıtcılığıyla modern dünyaya, özellikle de Amerikan düşlerine gönderme yapıyor. Her ikisi de şiddet dolu. Peer dünyayı ele geçirme düşleriyle bağlı olduğu, sevdiği her şeyi yitirirken, Brand din adına çevresini, yakınlarını ve sonunda kendisini bile yok eder. Her ikisi de ataerkil bir koşullanma içinde inanılmayacak derecede bağnaz ve otoriter.Yaşadıkları onca acı, kayıp, yıkıntı, bir an bile kendilerini sorgulamaya götürmez onları.
İktidar çarkında kadınlar
Güç ve iktidarın erkeklerin elinde olduğu ataerkil bir dünyada kadına düşen ise kendini sevdiği erkek için feda etmek. Brand’ın yaşamında en sevdiği insan Agnes, sevdiği için tüm özverilere katılarak ölüm yolunu seçerken, Peer’in sevgilisi Solveig saçları ağarlaşıp, gözleri körleşen bir ihtiyar olana kadar bekler onu.
Öte yandan her iki oyundaki anne figürleri de ilginç. Brand’ın kendini soyut bir tanrı arayışına adayan sevgisiz ve bağnaz kişiliğinin, parayı tek değer olarak gören annesine tepki olarak geliştiği söylenebilir. Anne Brand’ın karşı çıktığı modern dünyanın sözcüsü. Bu açıdan da onun için en büyük değer para. Peer ise hayalciliğini annesi Aase’den almış. Peer’in içkici babası parasını har vurup harman vururken, sevgi dolu ama güçsüz olan annesi sorunların üstesinden gelebilmek için kendine ve oğluna düşler ve masallarla dolu bir sığınak yaratmış.
Brand da, Peer de babasız büyürler. Anne çocuklarıdır. Onların kişiliklerini belirleyen anneleri. Güç ve iktidar dünyasında tek başlarına çocuklarını yetiştirmeye çalışan her iki anne kişiliği de olumsuz. Ama bu olumsuzluk erkil bir bakıştan kaynaklanmaz. Çünkü Ibsen tüm oyunlarında olduğu gibi bu ilk oyunlarında da kadınların da yaşadıkları olumsuz ortam ve koşulların ürünü olduğunu gösterir. Bu açıdan da kadınla erkeği eşit gören sonderecede modern bir bakışı olduğu söylenebilir.
Ibsen sevgili ve anne kişilikleriyle iktidar, para ve gücün en önemli değerler sayıldığı ataerkil bir yapılanma içinde kendini savunmaya çalışan ‘yozlaşmış’olan ya da bu çarkın dişleri arasında yok olan ‘kurban’ kadını anlatır. Yapıtlarına bugünün açısından baktığımızda, erkek egemen bir iktidar dünyasına yoğun bir eleştiri sezinlenir. Bu açıdan daha sonra yazacağı yapıtları, sözgelimi ‘Nora’ ya da ‘Hedda Gabler’ gibi oyunlarında ele alacağı sorunların ilk göstergelerini bu yapıtlarında da bulabiliriz. Örneğin « Hedda Gabler »deki özverili Thea tipi Peer’in sevgilisi Solveig’ın ya da Brand’ın karısı Agnes’in kızkardeşi gibi. Tüm bu kadınların ortak yanı kendilerini ancak sevdikleri erkeğe adayarak gerçekleştirebilmeleri. Buna karşılık erkek gibi yetiştirilmiş olan Hedda Gabler de tipik bir kurban olarak çıkar karşımıza. Güç ve iktidar hırsı ve sevgisizliği onu yalnız çevresini değil, kendisini de yok etmeye kadar götürür. Anlatılan erkil bir dünyada kıstırılmış olan kadının yıkıcılığı. Kadın ya Thea ve kızkardeşleri gibi erkil dünyaya uyum sağlayarak yazgısına razı olacak ya da Hedda Gabler yok olacaktır.Kadının kurban rolünden kurtuluşunu ilk kez ‘Nora, Bir Bebek Evi’nde görüyoruz. Nora da kocasına adadığı yaşamı, sabrı ve özverisiyle Solveig ve Agnes’i anısatsa bile, yaşadıklarının sonucunda bir dönüşüm geçirir. Oyunun sonunda yaşadığı yalan dünyanın bilincine vararak kocasından ayrılma yürekliliğini göstermesi, onu ‘kurban kadın’ rolünden çıkarır. Nora tipiyle kendisine yüklenen role karşı çıkan kadın tipi çizmiş Ibsen. Bu açıdan oyun sahnelendiğinde de yalnız kendi ülkesinde değil başka ülkelerde de tepki uyandırmış, dahası Ibsen Almanya’daki sahneleme için Nora’yı yeniden kocasına geri döndürerek yeni bir final bile yazmak zorunda kalmış.
Oyunların dramatik kurgusu
Ataerkil yapılanmaya bir eleştirinin sezinlendiği bu ilk oyunların ortak yönleri, oyunların baş kişileri Brand ile Peer’in yaratıcı gizilgücü. Ama her ikisi de bunu kullanmadıklarından yaşamlarında yapıcı olamazlar. ‘Brand’ ın tersine ‘Peer Gynt’ yazıldığından bu yana bir çok ünlü yönetmenin ilgisini çekmiş çok çekici bir oyun. Çünkü bu oyunda Ibsen yalan/ gerçek karşıtlığını türlü düşsel imgelerle anlatır. ‘Peer Gynt’‘Brand’ın iç kapayıcı havasına ve ağırlığına karşın, sonderecede renkli ve hafif. Yalan/ gerçek çatışmasından kaynaklanan güldürü ögeleri ağırlık kazanıyor bu oyunda. Peer hem itici, hem de sevimli. Yaşamla, kendisiyle, her şeyle dalga geçer gibi. Serüven delisi tipik bir serseri. Aynı zamanda şeytan tüyü var onda, kadınların çoğu kolaylıkla kendini ona kaptırır.
Peer’in bu ikilemli ve çelişkili kişiliğine karşın, Brand’ı giderek gözü dönen, sonunda çıldıran bir fanatik olarak çiziyor Ibsen.‘Brand’ın ‘Peer Gynt’e oranla çok daha az sahnelenmiş olmasının nedeni belki Brand’ın kişiliğindeki tek boyutluluktan ve aşırılığından kaynaklanıyor olabilir. Çünkü giderek yoğunlaşan dramatik bir gerilim yaratan bu radikalizm, oyunu aynı zamanda aşırı ağır ve trajik bir havaya da sokuyor.
Oyunların tek kişinin yaşamında odaklaşan yaşam öyküsel kurgusu dramatik tiyatroya özgü olan zaman ve mekan sınırlandırmalarını aşıyor. Her iki oyunda da baş kişinin yaşamından çeşitli zaman kesimlerinde geçen çeşitli sahneler sergileniyor. ‘Brand’da bu sahneler kuzeyin karlar ve buzullarla örülü soğuk dünyasında geçerken, ‘Peer Gynt’de sürekli mekan değişimiyle karşılaşıyoruz. Düşle gerçeğin karıştığı bin bir çeşit serüven yaşayarak tüm dünyayı gezen Peer sonunda yine kendi topraklarına ve sevgilisine geri dönüyor.
Oyunların çeviri serüveni
Her iki oyunu da ilk oyun çevirmenlerinden olan anneannem Seniha Bedri Göknil, Muhsin Ertuğrul’un isteği üzerine yirmili ve otuzlu yıllarda Almanca ve Fransızcadan çevirmiş. Her iki oyun da o dönemde sahnelenmek üzerine hazırlandığından, anneannem olabildiğince sahne diline yakın bir dil yakalamaya çalışmış. Hem oyunların orijinal dilden çevrilmemiş olması, hem de doğrudan sahne dili gözönüne alınarak hazırlanması orijinalden yer yer iyice uzaklaşan bir tür uyarlamaya yol açmış.
Ben de oyunları güncelleştirirken, Seniha Bedri Göknil’in çalışma ilkesine bağlı kalarak bugünün sahne dilini gözönünde tutmaya çalıştım.Bu açıdan yapılan çevirinin daha doğrusu uyarlamanın oyunu bugüne taşıyan dramaturjik bir çalışmaya yaklaştığını düşünüyorum. Çünkü sonuçta bu uyarlama benim bu oyunlara bugünün açısından bakışım ve yorumumla gerçekleşmiş oluyor. Bu açıdan bu çalışmadaki deneyimimi de dile getirmek istiyorum.
Öncelikle oyunların üzerinde çalışırken ‘Brand’da aşırı zorlandığımı söylemeliyim. Bunun nedeni oyunun iç kapayıcı havası, donmuşluğu mu, yoksa Brand’ın kişiliğinden kaynaklanan ödün tanımayan aşırılığı mı bilemiyorum. Ama Brand bana sürekli olarak modern dünyaya bir tepki olarak gelişen Islamcı köktendincileri çağırıştırdı. Aslında Brand’ın modern dünyaya tepkisi, insanların ikiyüzlüklerine, çıkarcılıklarına, göz boyamacılıklarına karşı çıkışı haklı bir tepki. Ama bundan çıkan sonuç tüyler ürpertici. Bu açıdan da tuzaklarla dolu bir oyun ‘Brand’. Sözgelimi dinsel ideolijiyi savunan tutucu bir yönetmen, Brand’ı hiç sorgulamadan, özdeşleşebileceğimiz bir kahramana dönüştürebilir. Öte yandan Brand’ın kişiliğindeki ikiliği çıkarabilen çağdaş bir yorum günümüzde yaşanan bir çok soruna ışık tutabilir.Brand’ın modern dünyaya haklı tepkisi ve gözü dönmüş radikalizmi, insancıl ve sevgi dolu bir dünyaya özlemi ve yıkıcılığı gerçekten de çok güncel. Ama bu güncelliği yakalayabilmenin, Brand’ın kişiliğindeki çelişkileri verebilecek çok güçlü bir oyunculuğu da koşulladığı da açık.
‘Peer Gynt’ üzerinde çalışma ise benim açıdan sonderecede eğlenceli ve keyifliydi. Çünkü Peer benim çocukluk arkadaşım. Anneannem Seniha Bedri Göknil ben daha dört, beş yaşlarındayken çevirdiği oyunları masal gibi anlatırdı bana. Dahası yalnız anlatmakla kalmaz, rolden role girerek oyunlaştırırdı da. Anneannemin tıpkı bir meddah gibi oynadığı roller, mimikleri, incelip kalınlaşan sesi tüm canlılığıyla gözümün önünde. Anlattığı bu birbirinden güzel masalların içinde en hoşuma giden Peer’in serüvenleriydi. Evet Peer haylazın tekiydi, ama ne kadar renkli ve eğlenceli bir yaşamı vardı. Gerçi annesini çok kızdırıyor ve üzüyordu ama ne kadar komikti. Annesini kucakladığı gibi çatının üstüne oturtup kaçması sahnesini hiç bıkmadan durmadan dinlemek ister, her seferinden gülmekten yerlere yatardım.
Okumayı söktükten sonra çocuk kitabı gibi elime alıp okuduğum ilk kitaplar anneannemin çevirileri olmuştu. Böylece çok küçük yaşta yalnız Ibsen’le değil Schiller ve Goethe’yle de tanışmıştım. Gizemli, şaşırtıcı, kimi kez anlaşılmaz bir masal dünyasıydı o yaşta bana sunulan. Yıllar sonra anneannemin neden bu olağanüstü yeteneğini kullanarak çocuklar için klasikler dizisi hazırlamadığını sormuşumdur kendine. Bunu gerçekleştirebilseydi yalnız ben değil onca çocuk çok küçük yaşta klasiklerin renkli dünyasıyla tanışmış olacaktı. Nitekim çocuklara yönelik bu tür kitaplar batı ülkelerinde sık sık çıkarılıyor.
O dönemde aklıma takılan çeviri kavramıydı. ‘Peer Gynt’anneannemın yarattığı bir tip miydi, yoksa Ibsen’ın mi? Yazar Ibsen olduğuna göre anneannemin payı neydi bu güzel masalda? Büyük babam anneannemin çevirmen olduğunu söylemişti. Çevirmenlik yazarlıktan da güç ve üstün bir şeydi büyük babama göre. ‘Çünkü’ demişti, ‘yazarlıkta uydur uydur yaz, tek başınasın, kimse sana karışamaz. Ama çevirmenlikte kendi dışında bir dünyayla bütünleşiyorsun. O dünyayı bizim dilimize, bizim dünyamıza taşıyorsun. Büyük sorumluluk isteyen, çok güç bir şey çevirmenlik’. Yıllar sonra kendim de çeviri yapmaya başladığımda, ünlü çevirmen Adalet Cimcoz ‘dikkat et demişti. Çeviri hoş bir iş ama kendini ona kaptırırsan, kendi yazma gücünü yavaş yavaş yitirirsin Böyle bir tehlikesi var çevirmenliğin’. Gerçekten de yazma gücümü yitirmemek için, zaman içinde çevirmenliği değil yazarlığı uğraş edindim. Gençliğimde yaptığım oldukca az çevirim var. Bu açıdan bu çalışma da benim için yeni dünyaları keşfettiğim bir döneme, çocukluğa ve gençliğe geri dönüş gibi oldu.
Özellikle çocukluk arkadaşım Peer’le yaklaşık yarım yüzyıl sonra, yeniden karşılaşmak gerçekten çok heyecan vericiydi..‘Peer’ üzerinde çalışırken, çocukluğumdan da bir şeyler katarak, onun da çocuksu yanını, haylazlığını, serseriliğini ve komikliğini çıkarmaya çalıştım. Bu açıdan da tıpkı anneannemin uyarlamasındaki Peer gibi, benim Peer’im in de ‘hafıf’liğini koruyor.Ne var ki ‘Peer Gynt’ü bugüne kazandırmak isteyen çağdaş bir sahne yorumunda, mutlaka Peer’in kişiliğindeki çelişkilerin, sözgelimi çocuksuluğunun aynı zamanda iktidar tutkusunun, çekiciliğinin aynı zamanda maçoluğunun, zekasının aynı zamanda çıkarcılığının, sevme gücü ve sıcaklığının aynı zamanda acımasızlığının, sağduyusunun aynı zamanda uçukluğu ve çılgınlığının, yaratıcı gizilgücünün aynı zamanda serüvenci ruhunun tüm renkleri ve boyutlarıylA çıkarılması gerektiğini düşünüyorum.
Sonuçta ‘Brand’ ve ‘Peer Gynt’ üzerine çalışma benim için zaman zaman çok yorucu bile olsa, çok keyif vericiydi. Anneannem Seniha Bedri Göknil’i burada sevgiyle anarken, onun onca emek ve sevgiyle kendi dönemi için yaptığı çalışmayı ben de bugün sürdürmenin mutluluğunu yaşıyorum. Umarım bu oyunlar yaratıcı bir yönetmenin ve dramaturgun ve usta bir oyuncu kadrosunun elinde yeni sahne yorumlarına yol açabilirler.
Zehra İpşiroğlu
Sahnelendiği Tiyatrolar
Tiyatro Oyunbaz (2008-2009)
Yapıt Hakkında
Çevirmen : Seniha Bedri Göknil & Zehra İpşiroğlu
Bölüm : 5 Perde
Oyuncu Bilgisi : 22 Erkek - 11 Kadın - 1 Çocuk
Oyun Arşivi Kategorisine Geri Dön